Bir varımış, bir yok imiş.
Zamanın birinde bir arap topraklarında yaşayan Muhammad ve Nasar adında iki akraba çocukları varmış. Bunlar büyüyüpte evlenme çağına geldiklerin de, başlık ve düğün masrafları için, gurbete iş aramaya çıkmışlar.

Günlerce bir köyden birine yürümüş durmuşlar. Birkaç gün bir yerde, birkaç hafta bir yerde çalışmışlar ama, ancak karınlarını doyurabilmişler.

Bir gün gen iş aramak için, heybelerini omuzlayıp giderken bir hurma ağacına rastlayınca, gölgesinden dinlenip, meyvalarındanda yemek için yaklaştıkların da, bir de yanı başında çığıl çığıl çağlayan bir pınarın olduğunu görürler. Pınardan içip, hurmalardan yemelerinin ardından, heybelerinin kafalarının altına alıp uykuya dalarlar.

Uyandıklarında atına su içiren orta yaşlı bir adam karşılarına dikilir.
Adam bir hızırdır ama hızır olduğunu belli etmeden, selam aleykum, alyküm selam diyerek birbirlerini selamlamlarının ardından, Muhammed ile Nasar evlenmek istediklerini, para kazanmak için iş aradıklarını söylerler.

Bunun üzerine hızır benile gelirseniz size iş bulurum deyince, birlikte kalkıp yola koyulurlar.

Ertesi gün hızır bunları çevre köylerden, kasabalardan uzak bir yerde bulunan taşlık, kayalık, otluk olan on bin dönümlük bir araziye götürür ve
taştan, ottan, kessekten arındırıp, meyva ve orman ağaçları fidelemelerini söyler. Barınmaları için de güzel ve sağlam bir külübe yaptırıp, bir de kuyu kazdırır. İki üç haftada bir de yiyecek ihtiyaçlarını kahyası olduğunu söylediği biriyle yollar.

Kendisi de her iki üç aydan bir elinde iki altınla yanlarına gelerek, altınları gösreterip, emeğinizin karşılığına altın mı, yoksa şu araziden birer parça mı istersiniz diye sorduğunda, Nasar ne yapacağını bile düşünmeden her seferinde araziden bir parça isterken, Muhammed altını terçih eder.

Gel zaman git zaman, derken beş yıl boyu çalıştıktan sonra Muhammed cebinde bir avuç altınla, Nasar’da ancak yol parasına yetecek kadar bir harçlıkla köylerine dönerler.

Altınla gelen Muhammed, istediği kıza başlık parasını öder düğün yapıp,
ziyafet üsütne ziyafetler verirken, eli boş dönen Nasar, çaresiz geri gurbetin yolunu tutar.

On yıl boyunca, dağları, tepeleri, çayları aşarak, bir köyken bir köye, bir kasabadan bir kasabaya dolaşır durur, ama değil ki parası kazanmak, çoğu günler aç yatar.

Derken böylece on yıl boyu bir yerden bir yere yürür de yürür.
Artık ne köyüne dönecek yüzü, ne de bir yuva kuracak umudu kalmıştı ki,
bir zamanlar geniş arazide kendilerine iş veren kimseyi hatırlayınca,
Gidip hem toprağı tercih etmekle nasıl bir hata yaptığını söylemek için, hem de onun yardımıyla gene bir iş bulma umuduyla yola koyulur.

Hızırın nerde kaldığını bilmediği için de, çalıştıkları yere gelder.
Geldiğinde bir ne görsün! O koskoca arazinin yarısının yemyeşil orman, yarısının da dallarında şıkır şıkır meyvalarlar taşıyan meyva ağaçlarıyla bir cennet bahçesine dönüşmüş olduğunu görürü.

Şaşkınlık içinde bakınıp duruken, aniden az daha yaşlanmış olarak, hızır yanına gelerek:
-Biliyorum o zaman niçin altınları alman için tavsiyede bulunmadığımı ve perişan olduğunu söylemeye geldin.

Lakin şunu bilki toprak, tüm canlıların sonsuz ve paha biçilmez bir hazinesidir. Toprağı seven ve koruyan hiç kimse dardan kalmaz.
Toprak yerine, her an kaybedebilecekleri altın, pırlanta, zümrüt vs. gibi şeyleri tercih edenlerin akibetleri yoksulluk ve perişanlıktır.
Çünkü altın, gümüş, yakup, pırlanta, para gibi şeyler insana bir seferliğine bir şeyler verebilir, ama toprağ daima verir.

İşte bir zamanlar o bir avuç altını toprağa tercih eden Muhammed’in de altınları suyunu çekince, çorunu, çocuğunu geçindiremez bir duruma düşmüştür.

İşte senin toprağı tercih etmenin mukafatı sadece emeğin karşılığ verdiğim yerler değil, şu gördüğün arazinin tümü ve üstündekiler de senindir.
Meyvasını sat, işsizler iş ver, paşalar gibi yaşa, istediğnle de evlen
diyerek olduğu gibi o yerleri ona teslim edip gözden kaybolur.