Dün teyzem bizim evde misafir kalmıştı. Akşam yemeğini yedikten sonra babam, annem ve teyzem; üçü oturmuş çay içiyorlar ve geçmiş olayları konuşuyorlardı. Söz, dönüp dolaşıp o malum cinler, periler konusuna gelip dayandı. Babam da kendi gördüğü “cinler meclisi”ni anlatmadan duramadı. Dediğim gibi; babamın bu hikayesi çok korkutucu olduğundan hemen yatağıma girerek yorganıma sarınıp yattım. Babam bana gülerek baktı ve “cinler meclisi”ni anlatmaya başladı:

“Yeni evlendiğim zamanlardaydı. Geçim derdiyle meşgul olduğumdan bağın toprağıyla zamanında ilgilenemedim. Bir gün vakit bulup bağa vardım ki asmalar iyice uzamış. Hatta bağlamak için diktiğim çalılardan iki karış kadar yukarı uzamış. Bu sebeple, asmaları en kısa zamanda doğrultup bağlamam gerekiyordu. Bağa gitmeye başladığım dördüncü akşam biraz yağmur yağmıştı. Sanki yağmuru bekleyip duran asmalar daha da uzadılar. Salkım olmaya hazırlanan üzümler asma köklerinin üstüne doğru eğilmişler; bağlayıp direk üstüne almadığım için benden şikâyetçi gibi görünüyorlardı. Yarına kadar onları budayıp temizlemesem hem kendime hem de asmalara yazık olacak diye düşündüm.
Asmaları direğe bağlamak için yumuşak dallardan yapılan malzemeyi az almışım. İkindiden sonra malzeme bitti. Asmaları bağlamak için malzeme almaya gideyim dedim, bir asmayı bağlayacak kadar malzeme kalmış. Ondan sonra, pazardan çıkıp geri dönünceye kadar akşam olmuştu. Ne yapmak gerek? Fazla düşünüp vakit kaybetmeden dut, karaağaç ve söğütlerin ince dallarından bağ yapmak için birazını budadım. Onları budayıp toparlayıncaya kadar bir çay kaynatacak zaman ancak geçmişti. Bağlamada kullanacağım ince dalları bel bağıma sokuşturup asmaların arasına girdim.

Ortalık kararıp karanlık çöktüğünde bağ bakım işinden ancak kurtuldum. Elimi, yüzümü yıkayıp sarığımı, çapanımı giydiğimde sular kararmıştı. Bağ bakımına gelen komşulardan kimse kalmamış, hepsi şehre dönmüşlerdi. Ortalıkta çekirgelerin cırıltısı ve kurbağaların vıraklamasından başka ses yoktu.

Ben bağdan çıktığımda yatsı namazı vakti olmadıysa da yaklaşmıştı. Karanlıkta zar zor yola koyuldum.”

Babam teyzeme dönüp dedi ki:

“Siz bilirsiniz. Bizim bağın etrafı ağaçlık alanlarla çevrili. Geniş yola çıkabilmek için ben o alanlardan yürüyordum. Oralar da sonuçta karanlık ve ürkütücüydü. Lakin ben karanlıkta hiçbir şeye aldırış etmeden yürüyordum. Yalnız karanlık olduğu için zorluk çekiyordum. Geniş yola çıkabilmem için arada sadece fırıncı Hemdem’in çalılığı kalmıştı.”

Babamın hikâyesi buraya gelip dayandığında ben yorganıma sıkıca büründüm. Babam sözüne devam etti:

“Fırıncı Hemdem’in çalılığına doğru birkaç adım yürüdüm. Uzaktan görünen aydınlığı fark edip etrafa baktığımda şaşırıp kaldım.

Karşımdaki alandan keskin bir ışık huzmesi geliyordu. Yalnız o değil, birilerinin dıgıl dıgıl konuşup gülmeleri, tambır tumbur sesiyle tef, ara sıra dutar, tanbur, kemane gibi sazların zayıf ama yürek hoplatan sesleri işitiliyordu.

Ben bir müddet kaskatı kesilip kaldım. Baykuşların yuva yaptığı viranede böyle şeylerin olması gerçekten insanı şaşırtıyordu. Hâlbuki ben o günün sabahında da oradan geçmiştim. Burada bir ziyafet olsa o zaman bir eseri görülürdü. İşsiz güçsüz gençler gündüz hazırlık yapmışlardır deyip geçtim. Ben ziyafet meclisinin olduğu meydanı dolanıp geçmek isterken duvarın yıkılmış bir yerindeki gedikten atladım… Oho, meydan gündüz gibi aydınlık, ağaçların dallarına fenerler asılmış, yerlere ipek halılar serilmiş… Bir kenara kocaman kalaylı semaverler kurulmuş, cızırtı devam ediyor. Meydanın ortasında yüz kadar kişi oturmuşlar; dutar, tanbur, tef, davul çalıp eğleniyorlar.

O sırada birisi koşarak karşıma geldi, eğlenceye katılanlara bağırdı:

İşte! Öser ağabey de geldi, dedi.

Eğlenceye katılanları hepsi bana döndüler:

Gelin, gelin Öser ağam. İşten kurtuldunuz mu? diye sordular.

O zaman onlara verdiğim cevabı şimdi hatırlamıyorum çünkü iyice sersemlemiştim.

Beni çekerek, sürükleyerek sahneye çıkardılar. Adetlerimizde bir meclise girip oturduktan sonra dua edilir. Ancak onların soruları ve yaptıkları ile meşgul olduğumdan dua okumak da aklımdan çıkmış. Biraz aklım başıma geldikten sonra meclistekileri gözden geçirdim. Çoğunu bir yerlerde görmüş gibiyim. Dikkatlice baktığımda ise ömrüm boyunca hiç görmediğim yabancılara benziyorlar. Yalnız, onların sanki beni tanıyormuş gibi davranmaları, beni adımla çağırmaları, yaptığım işlerden bahsetmeleri hatta size anlattığım asmaları bağlamak için bağ olarak yumuşak dalları budadığımı dahi bilmeleri beni çok şaşırtmıştı.

Aralarından kim olduğunu bilmediğim birisi -meclisin ileri geleni olsa gerek-, ‘Öser ağama sofra hazırlansın!’ dedi.

Sahnede oturanlardan biri ona karşı çıktı:

Önce eğlenelim. Sonra hep beraber hep birlikte sofraya bakarız, dedi ve yüzünü bana çevirdi:

Siz de eğlenceyi özlemişsinizdir. Önce eğlenelim mi? diye sordu.

Karnım aç olsa da misafirliğin gereği olarak onun fikrine katılmaktan başka çarem yoktu.

Sazendeler sazlarını akort etmeye başladılar. Sazlardan tanbur, dutar, kemane, rubap, çeng, ney ve tef gibilerini biliyor olsam da yine benim hiç görmediğim bir sürü sazlar da vardı. Sazlar çalmaya başladı. Bir çeşit taksim çalınıyordu.

Taksim sihirli idi… Ben yerin dibine girecek gibi ezilmeye, cezbeye kapılmaya, başımı nereye vuracağımı bilemeden iç çekmeye başladım. Sazendeler o taksimi yavaş yavaş hızlandırdılar. Sonunda duramadım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Neden ve niçin ağladığımı ben de bilmiyorum. Nihayet meşk bitti lakin kendisiyle birlikte beni de bitirdi. İki değirmen taşının arasında ezilmiş gibiydim. Kımıldamaya dermanım yoktu. Gözlerimi açtım. Meclistekilerin hepsi de sanki hep bir ağızdan benim halime gülüyorlardı. Ben kendi halimden utanıp yerin dibine girdim.

Sazlar ikinci meşki çalmaya hazırlanıyorlardı. Lakin ben önceki meşki dinlemekten perişan olmuştum. Yüreğim güp güp atıyordu. Önceki meşki tekrar dinlesem belki de ecelim gelmeden ölür, yerle bir olurdum.

İkinci meşk başladı. Meşk başlar başlamaz vücuduma hayat suyu yürüdü. Kendime ne olduğunu anlamadığım bir zevk hissettim. Meşk gayet neşeli idi. Bu müziğe ne ad verilir bilmiyorum.

O sırada ortaya on beş – on altı yaşlarında bir kız çıktı. Saçları kıvır kıvır, yüzü ve gözleri gayet çekiciydi. Üzerinde yeşil kadifeden, pileli bir elbise vardı. Birkaç adım atıp ortaya yürüdü, ayaklarında zilleri şıkırdıyordu. Kız müzikle birlikte oynamaya başladı.

Meşk devam ediyor, sanki nefis müziğin rüzgârı oyuncu kızı kendi elinde olmadan hareketlendiriyordu. Dünyaya bir mutluluk, neşeli bir ruh yağıyordu. Sanki yer silkiniyor, ölüler diriliyor, dağlar ve taşlar gülüşüyor, yıldızlar uçuşuyor, ağaçların dalları titriyor gibiydi.

Sonunda mutluluktan içim içime sığmaz oldu. Kendi irademle değil, ne olduğunu bilemediğim bir güç beni yerimden kaldırdı. Kızın yanına varıp ben de oynamaya başladım.”

Annemle teyzem kendilerini tutamayıp gülmeye başladılar. Benimse gözümün önüne babamın oynayan hali geldi.

Babam devam etti:

“Ben böylece oynamaya başladım. Ne de olsa kızla birlikte oynamaya çalışıyorum. Kız benimle bir müddet oynadıktan sonra kenara çekildi ama ben oynamaya devam ettim. Oyunu durdurmak da aklıma gelmiyordu. Adamlar da alkış tutarak, benimle alay eder gibi bağrışarak ağızlarını eğip burunlarını büküyorlardı. Ama ben onlara aldırmıyor, oyuna devam ediyordum…

Bir ara bir şeye çarpıp yere yıkıldım. Doğrulup tekrar oynamaya çalışıyordum. Sonra sertçe düştüm.

Epey aradan sonra doğrulup yerimden kalktım ve gözümü açıp etrafıma baktım…

Ortalıkta ne adamlar, ne sazlar, hiç kimse, hiç bir şey yok… Kapkaranlık meydan. Bir su arkının içinde duruyorum…”