Evveller evvel iken, develer tellal iken bir adam vardı. Zengin olmak için yanıp tutuşurdu. Hilecilik ayrık otu gibi içinde çiçeklenmiş,  aldatma hırsı yılan gibi kafasında çöreklenmişti. Araştırmış, aldatmaya en uygun ticaretin tahıl işi olduğunu anlamıştı. Elini kolunu sıvayıp tahıl tüccarlığına başlamıştı. İki ölçek yaptırmıştı. Birisi, hükümetin ölçüsünden büyük, öbürü de küçüktü.

Tahılı büyük ölçekle alıyor, küçük ölçekle de satıyordu.

Eşekle, atla yada sırtlarında uzak köylerden bin bir zorlukla pazara tahıl getiren köylüleri harar gibi ölçeğiyle kandırıyor, sonra aldığını küçük ölçekle unsuz ekmeksiz kalmış yoksullara satarak haram parayı cebine indiriyordu.

Elinden gelse, alım ölçeğini ambar kadar büyük, satım ölçeğini de yüksük kadar küçük yaptıracaktı. Ama hükümet adamlarından korkuyordu. Aralarında deve ile fare kadar fark olan ölçekleri de, eh artık, en şaşı gözlü bir zaptiye bile fark edebilirdi.

Bir gün dul bir kadın pazara buğday almaya geldi.  Evde dört çocuğunu aç bırakmıştı. Kadın pazarda hileci tüccara çattı. Parası o kadar azdı ki bununla ancak bir ölçek buğday alabildi. Parayı verdi, buğdayı sırtlayarak köyüne döndü. Değirmende öğüttü. Ekmek yaptı.

Eskiden bir ölçek buğdayla kendisi ve çocukları bir hafta karınlarını doyururlardı. Bu sefer üç güne ekmekleri bitiverdi. Kadın, tüccarın kendisini aldattığını anladı. Ellerini açarak “Allah’ım,” dedi “öksüzlerimin ahını bu aç gözlü adamın yanına koma!…”

Öksüzün, yetimin, dul kadının ilencine uğrayanlar kolay kolay kurtulamazlar. Hileci tüccarda kurtulamadı, birden büyük ölçek sırtına küçük ölçek de karnına yapışıverdi.

Sonra ne mi oldu? Ne olacak, tıs tıs dolaşan bir kaplumbağa oldu. O gün bu gün kaplumbağalar, bağalarının içinde yerde sürünüp dururlar.