Günün birinde olympos tanrıların en büyüğü Zeus’un aklına esmiş, Nasıl eşmiş “varıp şu ölümlülerin arasına nicedir halleri bir göreyim!” demiş.

Almış Hermes’i de yanına ikiside insan görünümü ile Olympus’tan inmişler ve yer yüzüne bir eve gelmişler. Çalmışlar kapıyı “Yolunu yitirmiş iki garip ademiz açarmısınız kapınızı? Alırmısınız bizi içeriye, konukluğa, tanrılar hoşnut olsun diye” demişler. Ama kapı değil açılmak aralanmamış bile. Bu şekilde bin ev dolaşmışlar belki fakat kimseden konuk severlik görememişler. Ya açmıyorlar kapıyı yada açşalar bile “Bizim ne üdüğü belirsiz çulsuz dilenci takımı ile işimiz yok.” diyerek hemen kapatıyorlarmış.

Her yerden geri çevrildikten sonra harap bir kulübeye gelmişler. Kulübenin her yanı saz ve samanla kaplıymış. Kapıyı yaşlımı yaşlı bir kadın açmış. Bakmışki karşısında iki zavallı yolucu, çok yol yürümüşler belli ki, yorulup susamışlar. Kadın “kimsiniz, necisiniz?” diye sormadan içeriye buyur etmiş. Konuklar içerde birde en az kadın kadar ihtiyar, neredeyse iki büklüm güler yüzlü bir adam görmüşler.

Ev sahipleri ezile büzüle eski püskü yamalı ama temiz bir minder göstermişler misafirlerine. Kendileride bir kütük bulup üzerine oturmuşlar. Ellerinde ne varsa sunmuşlar misafirlerine. Onlar yemeklerini yedikçe ihtiyar kadın ile adamın gözleri parlıyormuş. Yapmacık değil içten gelen bir konuk severlikleri varmış.

Ancak ihtiyarlar sofradakilerin yenmesine rağmen hiç eksilmediğini görmüşler, sonra konuklar “bizler ulu kişleriz” demişler. Sizin o komuşularınız hak ettikleri cezaya carptırılacaklar ama size hiç kötülük gelmeyecek. yanlız bırakın evinizi bizimle birlikte dağın tepesine gelin.

İhtiyarların ikiside ulu kişilerin ardından deyneklerine dayana dayana çıkmışlar dağa. Tepeye varınca bütün şehri sular altında kaldığını görmüşler… Yaşlı karıkoca daha çok uzun seneler saadet içinde yaşamış ve birlikte ölüm dilemiş ve birer ağaca dönüşmüşler. Gelen geçenler ağacın dallarına ipler bağlayıp dilekler dilerlermiş.

Bir başka söylentiye göre, Efteni Gölü adını bir bizans kraliçesi olan Eftalya’dan almaktadır.

Bizans ordusu savaştan dönerken gölün kıyısındaki alanda konaklamış. Yolda prenses Eftelya’nın ellerinde ve yüzünde yaralar çıkmış. Göl kıyısında yerden çıkan sıcak sularla banyo yapan prensesin tüm yaraları ertesi sabah iyileşmeye, cildi güzelleşmeye başlamış. Bunu gören Bizans imparatoru bu göl kıyısındaki sıcak su kaynaklarının olduğu yere hemen bir hamam inşa edilmesini istemiş. Prensesin yanına bakıcılarını bırakıp ayrılmışlar. Yaraları iyileşen ve güzelleşen prenses göl üzerinde sandalla gezinirken, karşı kıyıdaki dağ eteklerinde yaşayan bir Osmanlı delikanlısına gönlünü kaptırmış. Karşılıklı olarak birbirlerini ziyaret etmeye başlamışlar. Birgün sevgilisine giderken prensesin kayığı batmış, boğulmuş. O günden sonra gölün adına Efteni demişler.

Kralın, kızının yüzmesi için doğayla içiçe olan bu topraklarda bir göl oluşturma için büyük melen nehrinin önüne bir bent inşa ettiği, sular dolarak göl oluşturmuş olduğu da söylenir.

Bir diğer rivayet ise gölün altında bir kent olduğudur. bu kent sellerle suya boğulmuştur. Gölün hemen hemen yakınıda bulunan Hacıyakup köyüne geçmişte selaltı (saraltı) denmesi de sanki bunu teyit eder niteliktedir.